Öğretmen, akademisyen ve şair kimliğiyle edebiyat dünyasında kendine özgü bir yer edinen Muhammed Ali Özdoğan, “Kayıp İlanı” adlı şiir kitabıyla okurlarıyla buluştu. Onun için şiir, sadece kelimelerin yan yana dizilişi değil; bir hakikat arayışı, bir karşı duruş ve zamanın ruhuna yazılan notlar. Özdoğan ile şiire, edebiyata ve kitabının hikâyesine dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?Bu zor bir soru. Sanırım biyografimi soruyorsunuz. İnsanın kendinden bahsetmesi kolay değildir. Bu soruyu işverenlerin iş görüşmelerine gelenlere sorduğu en can alıcı sorulardan olduğunu okumuştum bir yerde. Neyse ki ben iş görüşmesine gelmedim. Geriye doğru baktığımda Antalya Akseki’de Güneykaya Köyünde doğmuşum. Şanslıyım ki çocukluğum köyde geçti. Günümüz çocuklarının masallarda duyduğu dere, tepe benim hayat hikayemin mekanıdır. Bunu söylerken siz de hemen kendi çocukluğunuza dönüyorsunuz. Sanırım Rizeliydiniz, Rize’nin de deresi tepesi meşhurdur. Çocukluğumuza takılırsak sohbet bitmez… 2003 yılından bu yana öğretmenim. Çağdaş Türk romanını merkeze alarak Mevlana ve Tüketim ilişkisi üzerine bir yüksek lisans çalışması, Yaşlılık ve sosyal medya konusunda da doktora çalışması yaptım. Bir ara fotoğraf sanatıyla uğraştım. Büyükler çekilmez hale geldiğinde çocukları ve çiçekleri çekerdim, fotoğrafçı olarak. Evliyim. Üç çocuğum var. Ne zamandan bu yana yazıyorsunuz? Daha ilkokula başlamadan babam okumayı öğretti. O zamandan bu yana yazıyorum. Bunu şunun için söyledim: Öğretmenlerin okullarda en çok zorlandıkları husus, öğrencilerin yazmayı sevmemesi. Tahtaya yazılan bir şeyi (not, ödev hatta yazılı sorusu vb.) öğrenciler yazmıyor. Hemen veli grubuna tahtanın fotoğrafını gönderin deniliyor bize. Bu tür sohbet, röportaj ne dersek konuşmanın sonunda “Özellikle gençlere ne tür önerilerde bulunmak istersiniz?” sorusu soruluyor, ben siz sormadan dolaylı olarak o soruya da cevap vermek için söyledim bunları. Kalemle aramız iyi olacak. Gençlerin kalemle ve kitapla arası iyi olmalı. Kalemle yazmayı sevmeyen çocukların yazmaya adım atması kolay değil. Kitap kelimesinin etimolojik olarak yazmakla bağlantılı bir kelimedir. Babamın şu tavsiyesini hiç unutmam: yerde bir gazete parçası bulsan bile oku. Bu arada konu dağıldı soru neydi?Ne zamandan bu yana yazıyorsunuz? Biz öğretmenler böyledir. Bam teline bastınız mı dağıtırız konuyu. Okumaya başladığımdan bu yana yazıyorum. Okudukça sizde okuduklarınız birikiyor, ağırlaşıyor. Bir süre sonra yazma ihtiyacı hissediyorsunuz. Sizin kastettiğiniz manada bir şeyler üretme isteğinin sonucu olarak lise yıllarımdan itibaren yazıyorum. Fakat üniversitede çeşitli dergilere yazmaya başladım. Sizi şiire yönlendiren en büyük etken neydi?Şiir yazmaya başlamamın nedeni okuduğum şairlerdir.Kimileri de şiirin genetik tarafı var, der. Babaannem ki ben doğmadan önce vefat etmiş. O bir şairmiş. Şiir söylermiş. Yazar demiyorum, söylermiş. Okuduğum şairler dediniz. Hangi şairleri okuyorsunuz? Ortaokul yıllarımda Necip Fazıl okurdum. Sonrasında Sezai Karakoç, Zarifoğlu, İsmet Özel, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Attila İlhan, İlhami Çiçek..İsmet Özel dışında vefat etmiş şairler. Hayatta olanlardan?Şairler şiirleriyle yaşar ancak bizler şairleri öldükten sonra tanırız. Şu an edebiyat dergilerinde yazan Zarifoğlu’yla Mavera dergisinde yazmış Yaşar Akgül’ü okurum. Yine günümüzün en üretken şair yazarlarından Mustafa Uçurum’u okurum. İkisi de temposu yüksek şairlerden. Çok isim var okuduğum aklıma gelenlerden Osman Konuk, yakın çevremde Antalya’da yaşayan Himmet Karataş ve Nevzat Akyar hocanın da şiirlerini yakından takip ediyorum. Edebiyat dergilerindeki şiirleri okurum. Haa, kocaman şiir dergilerinde dişe dokunur birkaç şiir olabiliyor bunu da söylemeliyim. Edebiyat ve şiirimiz için dergilerin yeri başkadır. Dergi işine girdiniz mi? Hangi dergilerde yazdınız yazıyorsunuz? İzmir’de öğrencilik yıllarımızda İfade dergisi vardı. Oldukça zahmetli bir işti bizim için hem okul hem dergicilik. Matbu bir dergiydi. Zamanla yarışıyorsunuz. Dergi birkaç kişinin omuzlarına kalıyor. Herkes birbirinden bekliyor. Akranlarınız kafelerde keyif sürerken siz matbaaydı, reklamdı, yazıydı koşturuyorsunuz. Siz matbu bir derginin ne demek olduğunu kaç yıldır bizzat yaşıyorsunuz. Pek çok dergide yazdım ancak yazı serüvenimin başında Okuntu dergisi vardır. 1987 yılından bu yana Ali Haydar Haksal’ın yönetiminde çıkan Yedi İklim dergisi yine İstanbul merkezli Beşinci Mevsim dergisi şiir denince aklıma gelen dergiler. Merkezi Konya’da olan Mahalle Mektebi dergisine de düşünce yazıları yazıyorum. Ayrıca Hece, Sadece Şiir, Olağan Şiir, İzole Şiir, Akatalpa aklıma gelenler…Kitaptaki şiirler 2002 yılından bu yana çeşitli dergilerde yayımlanmış olanlar. -Kitabınıza gelirsek adı oldukça dikkat çekici. “Kayıp İlanı” ismini seçmenizin özel bir sebebi var mı? Kayıp olan nedir, neyi arıyorsunuz?Sorunun sonundan başlayayım. Şiir insanın kendi hakikatini aramasıdır. Şair görülmeyeni arar ya da herkesin gözü önünde olup da göremediği şeyi gösterir. Nazım Hikmet “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda/ Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” derken herkesin gözü önünde olan ama fark edemediği bir gerçekliği şiirine taşıyor. Nazım’ın çağdaşı olan Necip Fazıl da şiir hakikati arama işidir der. Kitabın ismi Ramazan Hocam Günaydın şiirinde geçiyor.Manisa Turgutlu’daki Gediz nehrini ve Gediz ovasını anlatan bir şiir. Şiir yazmak için şairin bir ayağını bu dünyadan çekebilmesi lazım. Dünyayla bağı konfora dayananlar iyi şiir yazamaz. Şiirlerinizde isimler sık geçiyor. Ramazan Hoca, Gökmen Özdemir, Kemal Dayı, Eşrefoğlu Rumi, Neşet Ertaş, Zarifoğlu, Zehra, Tuğra… Şiir biraz da insanın hikayesi değil midir?Evet, bu doğru. Ancak bu hikayeler şiirin içine gömülü. Ramazan Hoca bir öğretmen. Gökmen Özdemir kızım Zehra’nın doktoru-İlk kitabınızı yayımlamak nasıl bir süreçti? Sizi en çok zorlayan ve en çok mutlu eden şey neydi?Şiir kitabı olarak basılan ilk kitabım gibi görünse de ilk kitabıçıkarmadım. 25 yaşıma geldiğimde yazdığım şiirleri kitap olarak çıkarabilirdim. İlk kitapta acemilikler olur denir. Ben acemilik olarak gördüğüm şiirleri bir kenara ayırdım. Bu kitapta elbette üniversite yıllarımda yazdığım şiirler var. Akşama Doğru Harran’a Varmak şiiri güzel bir şiirdir ve 24 yaşımda yazdım. Ben şiiri çalışan birisiyim. Şiiri çabuk yazan birisi değilim. İstesem yazarım ama bu yazdıklarım tatmin edici olmaz. İllaki okuma yapmalıyım. Başka şairleri, edebiyat dergilerini, akademik çalışmalar için makale ve kitaplar… Şiir yazarken de sözlük okurum. Şiirin hammaddesi kelime ise okumak lazım. Kitap yayımlama sürecinden ziyade şiir yazma sürecimden bahsettim size. Bu arada Tüketilen Mevlana isimli bir kitabım var. Akademik bir kitap. -Bu kitapta hangi temalar öne çıkıyor? Okuyucu hangi duygularla karşılaşacak?Belirli bir tema etrafında yazmıyorum. Ama insanın ve toplumun kendisine yabancılaşması, postmodernizmin neden olduğu toplumsal çözülmeye göndermeler yapıyorum. Bir şiirde herhangi bir temaya bağlanarak şiir yazmaya kalkarsam onun hikayeye dönüşme riski var. Hani şiirden ziyade şiirsel. O zaman şiirin iç ahengi kaybolur. Şiirde ses ve müzikalite önemli. Buradan hareketle şiirde okurun karşılaşacağı duygu biraz da ne aradığıyla ilgili. -Şair olarak en çok hangi duyguları kağıda dökmekten keyif alıyorsunuz?Modernizm karşısında gelenek önemli. Geleneği çağrıştıran imgeleri modernizmin ve onun devamı sayılan postmodernizmin insanın ve toplumun doğasına zarar veren tarafına karşı çıkma duygusunu şiire dökmekten hoşlanıyorum. Modernizmin ortadan kaldırmak istediği şeyleri, postmodernizmin görmezden geldiği veya tahrif ederek bir tüketim nesnesine dönüştürmek istediği şeyleri şiirime yerleştirmeyi seviyorum. Örneğin ölüm olgusu gizlenen görmezden gelinen bir konu. Hani Gassal dizisinin afişine bile tahammül edemeyen bir zihin yapısı var. Ölüm gibi insana sınırlarını gösteren imgeleri kullanmayı seviyorum. Şiir size haddinizi bildirir. Had sınır demek.-Kendi şiirlerinizi nasıl tanımlarsınız? Bir tarz veya akım içinde değerlendiriyor musunuz?Ben şiirimi bir taş duvara benzetirim. Rize’de de vardır, bizim Akseki’de tarla oluşturmak için duvar yapılır yamaca. Babam duvar yaparken bir taşı alır, evirir çevirir, sağını solunu kırar taşı duvara yerleştirirdi. Arkasına küçük molozlar koyar ve duvar bitince dümdüz bir hal alırdı. Tek başına bir taş yığını diyebileceğimiz malzemelerden göze hoş gelen bir bütün oluştururdu. Şiirin malzemesi de kelime, ama birbiriyle uyumlu kelimeler. Şiiri hem içerik, hem biçim hem de inşa etme bakımından bir taş duvara benzetirim. Duvar verimli toprağın erozyonda kaybolup gitmesini önler. Biz bu topraklarda kültür erozyonuna maruz kalan bir toplumuz. Her şey hızlı akıyor bu ülkede. Bu hızlı değişimde çok şey kaybediyoruz. İnternete vurgu yaptığım şiirde “sorular ve cevaplar değişiyordeğişmeden duruyor şu insan nedir ki topraktan başkaşimdi filizleniyor payen gökdelenler zayıflıyor ağaçlarçağın en anlaşılmaz alışkanlığıdır obezite ile mücadele” demiştim. Toprakla bağımız zayıflarken ölümü de unutuyoruz, ölümü unutanın hayatla bağı konfor üzerinden olur. Anlık düşünür, oysa betonlaşma, şiirde dediğim “payen” yani putlaştırdığımız gökdelenler bizi topraktan uzaklaştırıyor. 30 yıl önce köyümde hiç kilolu insan görmüyordum, Karadeniz’de30 yıl önce hiç kilolu insan var mıydı?-Antalya’daki edebiyat iklimini nasıl değerlendiriyorsunuz?Esasında bu soru Türkiye’deki edebiyat iklimini de ilgilendiriyor. Herkesin mensubu olduğu bir grup var. Dergilerde herkes kendi adamlarının ürünlerine yer verir. Herkes birbirini över. Bu çoğu alanda böyle maalesef. Arı her çiçekten polen toplarsa o bal kaliteli olur. Şair de arı gibi olmalı. Oysa arı kendi kovanının etrafından ayrılmıyor. Kovanın içini bilmiyoruz ne olup bitiyor. Bu balın kalitesi olur mu? Edebiyat, şiir evrenseldir, oysa biz gerek sol gelenekte gerek sağ milliyetçi, muhafazakar, İslamcı tarafta herkesin bir ekibi var. Verilen ödüllere bakarsanız genelde kendi adamlarına ödül verilir. Aynı kelimelerle, terminolojiyle konuşulur. Renkleri bile ayırmışız. Kimileri mor rengi siyasal bir ideolojinin fonu yapmış. Eee, böyle olunca burada bir edebiyat ikliminde bahsedebilir miyiz? Antalya’daki edebiyat iklimi, bir Tokat’taki Maraş’taki gibi değil. Türkiye’nin en büyük şehrinde bir edebiyat dergimiz yok. Çünkü Antalya’daki az sayıdaki şair, edebiyatçı bir araya gelip bir şeyler yapamıyor. Bırakın dergi çıkarmayı biz üç arkadaş çay içmek için bile bir araya gelemiyoruz.
Haftanın Konuğu
Yayınlanma: 01 Şubat 2025 - 17:40
Güncelleme: 01 Şubat 2025 - 22:30
Kelimelerin Peşinde Bir Yolculuk: Muhammed Ali Özdoğan ile Şiir ve Edebiyat Üzerine
“Şiir, insanın kendi hakikatini aramasıdır. Şair, görülmeyeni arar ya da herkesin gözü önünde olup da fark edemediği şeyi gösterir.”
Haftanın Konuğu
01 Şubat 2025 - 17:40
Güncelleme: 01 Şubat 2025 - 22:30
Öğretmen, akademisyen ve şair kimliğiyle edebiyat dünyasında kendine özgü bir yer edinen Muhammed Ali Özdoğan, “Kayıp İlanı” adlı şiir kitabıyla okurlarıyla buluştu. Onun için şiir, sadece kelimelerin yan yana dizilişi değil; bir hakikat arayışı, bir karşı duruş ve zamanın ruhuna yazılan notlar. Özdoğan ile şiire, edebiyata ve kitabının hikâyesine dair keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?Bu zor bir soru. Sanırım biyografimi soruyorsunuz. İnsanın kendinden bahsetmesi kolay değildir. Bu soruyu işverenlerin iş görüşmelerine gelenlere sorduğu en can alıcı sorulardan olduğunu okumuştum bir yerde. Neyse ki ben iş görüşmesine gelmedim. Geriye doğru baktığımda Antalya Akseki’de Güneykaya Köyünde doğmuşum. Şanslıyım ki çocukluğum köyde geçti. Günümüz çocuklarının masallarda duyduğu dere, tepe benim hayat hikayemin mekanıdır. Bunu söylerken siz de hemen kendi çocukluğunuza dönüyorsunuz. Sanırım Rizeliydiniz, Rize’nin de deresi tepesi meşhurdur. Çocukluğumuza takılırsak sohbet bitmez… 2003 yılından bu yana öğretmenim. Çağdaş Türk romanını merkeze alarak Mevlana ve Tüketim ilişkisi üzerine bir yüksek lisans çalışması, Yaşlılık ve sosyal medya konusunda da doktora çalışması yaptım. Bir ara fotoğraf sanatıyla uğraştım. Büyükler çekilmez hale geldiğinde çocukları ve çiçekleri çekerdim, fotoğrafçı olarak. Evliyim. Üç çocuğum var. Ne zamandan bu yana yazıyorsunuz? Daha ilkokula başlamadan babam okumayı öğretti. O zamandan bu yana yazıyorum. Bunu şunun için söyledim: Öğretmenlerin okullarda en çok zorlandıkları husus, öğrencilerin yazmayı sevmemesi. Tahtaya yazılan bir şeyi (not, ödev hatta yazılı sorusu vb.) öğrenciler yazmıyor. Hemen veli grubuna tahtanın fotoğrafını gönderin deniliyor bize. Bu tür sohbet, röportaj ne dersek konuşmanın sonunda “Özellikle gençlere ne tür önerilerde bulunmak istersiniz?” sorusu soruluyor, ben siz sormadan dolaylı olarak o soruya da cevap vermek için söyledim bunları. Kalemle aramız iyi olacak. Gençlerin kalemle ve kitapla arası iyi olmalı. Kalemle yazmayı sevmeyen çocukların yazmaya adım atması kolay değil. Kitap kelimesinin etimolojik olarak yazmakla bağlantılı bir kelimedir. Babamın şu tavsiyesini hiç unutmam: yerde bir gazete parçası bulsan bile oku. Bu arada konu dağıldı soru neydi?Ne zamandan bu yana yazıyorsunuz? Biz öğretmenler böyledir. Bam teline bastınız mı dağıtırız konuyu. Okumaya başladığımdan bu yana yazıyorum. Okudukça sizde okuduklarınız birikiyor, ağırlaşıyor. Bir süre sonra yazma ihtiyacı hissediyorsunuz. Sizin kastettiğiniz manada bir şeyler üretme isteğinin sonucu olarak lise yıllarımdan itibaren yazıyorum. Fakat üniversitede çeşitli dergilere yazmaya başladım. Sizi şiire yönlendiren en büyük etken neydi?Şiir yazmaya başlamamın nedeni okuduğum şairlerdir.Kimileri de şiirin genetik tarafı var, der. Babaannem ki ben doğmadan önce vefat etmiş. O bir şairmiş. Şiir söylermiş. Yazar demiyorum, söylermiş. Okuduğum şairler dediniz. Hangi şairleri okuyorsunuz? Ortaokul yıllarımda Necip Fazıl okurdum. Sonrasında Sezai Karakoç, Zarifoğlu, İsmet Özel, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Attila İlhan, İlhami Çiçek..İsmet Özel dışında vefat etmiş şairler. Hayatta olanlardan?Şairler şiirleriyle yaşar ancak bizler şairleri öldükten sonra tanırız. Şu an edebiyat dergilerinde yazan Zarifoğlu’yla Mavera dergisinde yazmış Yaşar Akgül’ü okurum. Yine günümüzün en üretken şair yazarlarından Mustafa Uçurum’u okurum. İkisi de temposu yüksek şairlerden. Çok isim var okuduğum aklıma gelenlerden Osman Konuk, yakın çevremde Antalya’da yaşayan Himmet Karataş ve Nevzat Akyar hocanın da şiirlerini yakından takip ediyorum. Edebiyat dergilerindeki şiirleri okurum. Haa, kocaman şiir dergilerinde dişe dokunur birkaç şiir olabiliyor bunu da söylemeliyim. Edebiyat ve şiirimiz için dergilerin yeri başkadır. Dergi işine girdiniz mi? Hangi dergilerde yazdınız yazıyorsunuz? İzmir’de öğrencilik yıllarımızda İfade dergisi vardı. Oldukça zahmetli bir işti bizim için hem okul hem dergicilik. Matbu bir dergiydi. Zamanla yarışıyorsunuz. Dergi birkaç kişinin omuzlarına kalıyor. Herkes birbirinden bekliyor. Akranlarınız kafelerde keyif sürerken siz matbaaydı, reklamdı, yazıydı koşturuyorsunuz. Siz matbu bir derginin ne demek olduğunu kaç yıldır bizzat yaşıyorsunuz. Pek çok dergide yazdım ancak yazı serüvenimin başında Okuntu dergisi vardır. 1987 yılından bu yana Ali Haydar Haksal’ın yönetiminde çıkan Yedi İklim dergisi yine İstanbul merkezli Beşinci Mevsim dergisi şiir denince aklıma gelen dergiler. Merkezi Konya’da olan Mahalle Mektebi dergisine de düşünce yazıları yazıyorum. Ayrıca Hece, Sadece Şiir, Olağan Şiir, İzole Şiir, Akatalpa aklıma gelenler…Kitaptaki şiirler 2002 yılından bu yana çeşitli dergilerde yayımlanmış olanlar. -Kitabınıza gelirsek adı oldukça dikkat çekici. “Kayıp İlanı” ismini seçmenizin özel bir sebebi var mı? Kayıp olan nedir, neyi arıyorsunuz?Sorunun sonundan başlayayım. Şiir insanın kendi hakikatini aramasıdır. Şair görülmeyeni arar ya da herkesin gözü önünde olup da göremediği şeyi gösterir. Nazım Hikmet “Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda/ Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında” derken herkesin gözü önünde olan ama fark edemediği bir gerçekliği şiirine taşıyor. Nazım’ın çağdaşı olan Necip Fazıl da şiir hakikati arama işidir der. Kitabın ismi Ramazan Hocam Günaydın şiirinde geçiyor.Manisa Turgutlu’daki Gediz nehrini ve Gediz ovasını anlatan bir şiir. Şiir yazmak için şairin bir ayağını bu dünyadan çekebilmesi lazım. Dünyayla bağı konfora dayananlar iyi şiir yazamaz. Şiirlerinizde isimler sık geçiyor. Ramazan Hoca, Gökmen Özdemir, Kemal Dayı, Eşrefoğlu Rumi, Neşet Ertaş, Zarifoğlu, Zehra, Tuğra… Şiir biraz da insanın hikayesi değil midir?Evet, bu doğru. Ancak bu hikayeler şiirin içine gömülü. Ramazan Hoca bir öğretmen. Gökmen Özdemir kızım Zehra’nın doktoru-İlk kitabınızı yayımlamak nasıl bir süreçti? Sizi en çok zorlayan ve en çok mutlu eden şey neydi?Şiir kitabı olarak basılan ilk kitabım gibi görünse de ilk kitabıçıkarmadım. 25 yaşıma geldiğimde yazdığım şiirleri kitap olarak çıkarabilirdim. İlk kitapta acemilikler olur denir. Ben acemilik olarak gördüğüm şiirleri bir kenara ayırdım. Bu kitapta elbette üniversite yıllarımda yazdığım şiirler var. Akşama Doğru Harran’a Varmak şiiri güzel bir şiirdir ve 24 yaşımda yazdım. Ben şiiri çalışan birisiyim. Şiiri çabuk yazan birisi değilim. İstesem yazarım ama bu yazdıklarım tatmin edici olmaz. İllaki okuma yapmalıyım. Başka şairleri, edebiyat dergilerini, akademik çalışmalar için makale ve kitaplar… Şiir yazarken de sözlük okurum. Şiirin hammaddesi kelime ise okumak lazım. Kitap yayımlama sürecinden ziyade şiir yazma sürecimden bahsettim size. Bu arada Tüketilen Mevlana isimli bir kitabım var. Akademik bir kitap. -Bu kitapta hangi temalar öne çıkıyor? Okuyucu hangi duygularla karşılaşacak?Belirli bir tema etrafında yazmıyorum. Ama insanın ve toplumun kendisine yabancılaşması, postmodernizmin neden olduğu toplumsal çözülmeye göndermeler yapıyorum. Bir şiirde herhangi bir temaya bağlanarak şiir yazmaya kalkarsam onun hikayeye dönüşme riski var. Hani şiirden ziyade şiirsel. O zaman şiirin iç ahengi kaybolur. Şiirde ses ve müzikalite önemli. Buradan hareketle şiirde okurun karşılaşacağı duygu biraz da ne aradığıyla ilgili. -Şair olarak en çok hangi duyguları kağıda dökmekten keyif alıyorsunuz?Modernizm karşısında gelenek önemli. Geleneği çağrıştıran imgeleri modernizmin ve onun devamı sayılan postmodernizmin insanın ve toplumun doğasına zarar veren tarafına karşı çıkma duygusunu şiire dökmekten hoşlanıyorum. Modernizmin ortadan kaldırmak istediği şeyleri, postmodernizmin görmezden geldiği veya tahrif ederek bir tüketim nesnesine dönüştürmek istediği şeyleri şiirime yerleştirmeyi seviyorum. Örneğin ölüm olgusu gizlenen görmezden gelinen bir konu. Hani Gassal dizisinin afişine bile tahammül edemeyen bir zihin yapısı var. Ölüm gibi insana sınırlarını gösteren imgeleri kullanmayı seviyorum. Şiir size haddinizi bildirir. Had sınır demek.-Kendi şiirlerinizi nasıl tanımlarsınız? Bir tarz veya akım içinde değerlendiriyor musunuz?Ben şiirimi bir taş duvara benzetirim. Rize’de de vardır, bizim Akseki’de tarla oluşturmak için duvar yapılır yamaca. Babam duvar yaparken bir taşı alır, evirir çevirir, sağını solunu kırar taşı duvara yerleştirirdi. Arkasına küçük molozlar koyar ve duvar bitince dümdüz bir hal alırdı. Tek başına bir taş yığını diyebileceğimiz malzemelerden göze hoş gelen bir bütün oluştururdu. Şiirin malzemesi de kelime, ama birbiriyle uyumlu kelimeler. Şiiri hem içerik, hem biçim hem de inşa etme bakımından bir taş duvara benzetirim. Duvar verimli toprağın erozyonda kaybolup gitmesini önler. Biz bu topraklarda kültür erozyonuna maruz kalan bir toplumuz. Her şey hızlı akıyor bu ülkede. Bu hızlı değişimde çok şey kaybediyoruz. İnternete vurgu yaptığım şiirde “sorular ve cevaplar değişiyordeğişmeden duruyor şu insan nedir ki topraktan başkaşimdi filizleniyor payen gökdelenler zayıflıyor ağaçlarçağın en anlaşılmaz alışkanlığıdır obezite ile mücadele” demiştim. Toprakla bağımız zayıflarken ölümü de unutuyoruz, ölümü unutanın hayatla bağı konfor üzerinden olur. Anlık düşünür, oysa betonlaşma, şiirde dediğim “payen” yani putlaştırdığımız gökdelenler bizi topraktan uzaklaştırıyor. 30 yıl önce köyümde hiç kilolu insan görmüyordum, Karadeniz’de30 yıl önce hiç kilolu insan var mıydı?-Antalya’daki edebiyat iklimini nasıl değerlendiriyorsunuz?Esasında bu soru Türkiye’deki edebiyat iklimini de ilgilendiriyor. Herkesin mensubu olduğu bir grup var. Dergilerde herkes kendi adamlarının ürünlerine yer verir. Herkes birbirini över. Bu çoğu alanda böyle maalesef. Arı her çiçekten polen toplarsa o bal kaliteli olur. Şair de arı gibi olmalı. Oysa arı kendi kovanının etrafından ayrılmıyor. Kovanın içini bilmiyoruz ne olup bitiyor. Bu balın kalitesi olur mu? Edebiyat, şiir evrenseldir, oysa biz gerek sol gelenekte gerek sağ milliyetçi, muhafazakar, İslamcı tarafta herkesin bir ekibi var. Verilen ödüllere bakarsanız genelde kendi adamlarına ödül verilir. Aynı kelimelerle, terminolojiyle konuşulur. Renkleri bile ayırmışız. Kimileri mor rengi siyasal bir ideolojinin fonu yapmış. Eee, böyle olunca burada bir edebiyat ikliminde bahsedebilir miyiz? Antalya’daki edebiyat iklimi, bir Tokat’taki Maraş’taki gibi değil. Türkiye’nin en büyük şehrinde bir edebiyat dergimiz yok. Çünkü Antalya’daki az sayıdaki şair, edebiyatçı bir araya gelip bir şeyler yapamıyor. Bırakın dergi çıkarmayı biz üç arkadaş çay içmek için bile bir araya gelemiyoruz.
İlginizi Çekebilir
Aaa, ne güzel ifadeler. Bir çırpıda okudum. Ölümle bağı kopan insanın hayatla bağı konforla olur vurgusu etkileyici.
Sn Özdoğan çağın dertlerine şiirleriyle tarih düşüyor. Modernizmin getirdiği kölelik, sevgisizlik ve robotlaşmaya direnen “insan yanımızın” sesini ünlüyor şiirleriyle. Ayakları yere basmayan suni aşk şiirleri veya geleneksel öykünmeci bir söylemi yok. Ona ille de bir bir sınıflama yapmak gerekirse “ toplumcu gerçekçi “ şair diyebiliriz. İlginç kelime oyunları ve şiirindeki frekansın anlık hız***ma ve sükunet ermesi ile okuru sarsmakta ve yeni bir söze şiire kulak verdiğini hatırlatmakta. Sevgili şair sosyoloji doktoru öğretmen Muhammed Ali Özdoğan okunmaya değer bir şair . Kutluyorum